Toprakta büyümek nasıl diye sordum elimdeki patatese.
Mutluydu patates, halinden memnun bir hali vardı. Rahat
görünüyordu. Olduğu gibi, patates işte…
Anlam veremedi sorduğum soruya, büyümeyi anlatacak bir sıfat
bulamadı. Büyütmüştü işte toprak onu. Bunun birde nasılı mı vardı? Hiç
takılmadı soruma, cevap da bulmaya çalışmadı.
Toprak onu büyütmüş, yetiştirmiş, yük olmamış, yük almamıştı.
Toprağın vericiliği ile burun buruna geldik sonra. Ona “toprak
ana” diye boşuna demiyorlardı. Toprak ona verileni aktarıyordu ihtiyacı olana.
Hiç ayrım yapmadan herkes, her şey alabildiği kadarını alıyordu kendine.
Kimseye ne daha fazla vermeye çalışıyor nede kısıtlıyordu verdiklerini. Toprak kendine
verilenin ulaşması gereken yere ulaşmasını sağlayan bir aracıydı. Ve bunun tam
olarak farkında. Aracı olmak ne azımsanacak, ne de çoğaltılacak bir şeydi.
Aracı olmak aracı olmaktı. Aracı olmak toprağın misyonuydu, ona verilen, bahşedilendi.
Kutsaldı. Toprak ne güzel kabul etmişti ona verileni.
Kabul etmek, şükürden önceki aşama gibi geldi bana. Verileni
kabul etmeden, aldığını hissetmeden, bahşedilenin hazzını yaşamadan
şükredilebilir miydi? Demek ki, toprak her zaman bir haz içerisinde diye
düşündüm. Misyonunu -kabul ederek- yerine getirdiği her an büyük bir zevk
içinde. Fakat kabul etmek kolay iş değil bence. Zenginliği, fakirliği,
güzelliği, çirkinliği, zayıfı, güçlüyü, basitliği, karmaşayı, artıyı, eksiyi…
Artık sana ne bahşedildiyse işte. Bahşedileni kabul etmek… Bahşedilenden
aldığın hazzı hissetmek... O hissi kendini yargılamadan yaşamak… Şükür gibi
geldi bana.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder